Bu Bir Pipo Değildir
Gerçeküstücülüğe en uzun süre bağlı kalmış ressam olan René Magritte (1898-1967), Belçika’da Lessines’de doğdu. Bir küçük burjuva ailesinin üç erkek çocuğunun en büyüğüydü. Ailesi, sürekli yer değiştirerek önce Lessines’den Gilly’e, daha sonra Gilly’den Châtelet’ye ve annesinin intiharından sonra Charleroi’ya taşındı ve Magritte burada, ilkokulda okudu ve daha sonra, eski Yunan ve Latin edebiyatı öğrenimi için Athéné’ye girdi. Dersleri sürekli olarak izlemedi ve Pierre Bourgeois, Pierre Flouquet ve E.L.T. Mesens’le, yaşamına yön verecek dostluklar kurdu.
Magritte, on iki yaşında resim yapmaya başladı. Çocukluğunun dünyası, daha sonra yetişkinlik dönemindeki sanatının hammaddesinin büyük bölümünü oluşturacaktı. Bunlar arasında garip balonları, güneş şemsiyesi ayaklarını, parmaklıkları, arkadaşlarıyla oynadığı harap mezarlıklarda gördüğü kırılmış sütunları sayabiliriz.
Bir yeni yetme olarak Magritte, Kübizm, Fütürizm ve başka üsluplarla ilgilendi, ama onu sarsan olay, Giorgio de Chirico’nun yapıtlarını keşfetmesidir. De Chirico, bir ön-gerçeküstücüydü. Haşin ve hayli soğuk olan resimleri, Lautréamont’un(1) “bir ameliyat masasının üstünde bir dikiş makinesi ile bir şemsiyenin rastlantısal olarak bir araya gelmesi kadar güzel” diye övdüğü bir tür görsel tutarsızlığın ürünleriydi. Magritte, Chirico’nun Aşk Şarkısı gibi resimlerde, “şiirin, resim üzerindeki üstünlüğü”nü kavradığını ileri sürüyordu ve bu kavrayış Suzi Gablik’e göre, Magritte’in gözlerinin dolmasına yol açacak kadar etkiliydi.(2)
“Şiirin resim üzerindeki üstünlüğü”, Magritte’in daha genç yaşlarda, amacı kendi içinde bir çaba olarak resimden bezmiş olduğu için çok önemliydi. Magritte, bir üslubu uyguladığı zaman, ressamların estetik düşkünlüğüne tam anlamıyla karşıt kaygılarla çalışıyordu. Önemli sayılamayacak birkaç ara dönemden (özellikle 1948’in Fovist “inek dönemi” gibi) sonra Magritte’in yöntemi, 1925’ten başlayarak iyice yerine oturdu. Bazı eleştirmenlerin sitem etmelerine rağmen, formel ve maddesel sorunlar, onun ilgi alanının tamamen dışındaydı. Kendine sanatçı denmesinden hoşlanmıyor ve resim aracılığıyla iletişimde bulunan bir düşünür olarak görülmesini tercih ediyordu. Yapıtları felsefi içerikler taşıyan birçok ressamın “fikirler”le bilinçli olarak uğraşmamalarına karşın Magritte, felsefe metinlerini bol bol okuyor ve Hegel’e, Martin Heidegger’e, Jean-Paul Sartre’a ve Michel Foucault’ya hayranlık duyuyordu.
1960’ların ortalarında Magritte, Foucault’nun şimdi çok ünlü olan ve İngilizce’ye The Order of Things diye çevrilen Les Mots et les Choses’unu (Sözcükler ve Şeyler’ini) okumuştu. Ressamın bu kitaba ilgi duymasına şaşmamak gerekir. Magritte, New York City’de açtığı bir sergiye aynı adı vermişti ve sözcükler ile şeyler arasındaki ilişki, birçok tablosunda şaşırtıcı bir etki doğuracak biçimde irdelenmiş bir temaydı.
Foucault’nun daha önce yazdığı yapıtları, Magritte’in ne ölçüde bildiğini kestiremiyoruz. Paris’te, daha o zaman bir düşünür olarak ün kazanmış olan Foucault, Histoire de la Folie (Deliliğin Tarihi) (Birleşik Devletler’de Madness and Civilization diye çevrilmiştir) ve Naissance de la Clinique (Kliniğin Doğuşu) [Birth of the Clinic] adlı kitaplarıyla hayranlık kazanmıştı. Gerçeküstücü yazar Raymond Roussel konusunda derinlemesine bir eleştiri de yazmıştı. Magritte, Roussel’e büyük bir yakınlık duyuyor gibi görünmektedir. Gerçeküstücülere büyük ilgi duyan Foucault, tüm yapıtlarını yayımladığı Georges Bataille gibi yazarlar üzerine çok özgün denemeler de kaleme almıştı. Foucault ve Magritte arasında mektuplaşmalar da olmuştur. Magritte’in yazdığı mektuplardan ikisini, bu kitapta bulacaksınız.