Karadenizin Zemheri Çocukları
“Sabah… Hava soğuk… Selo erken kalkar. Hüseyin de uyanmıştır. Eğitim Fakültesi’nde okuyan geleceğin genç öğretmenlerinin güvenliklerini alma sırası onlardadır. (…) Her gün, gece gündüz koşturmak onları epey yormaktadır. Buna her sabah altı, altı buçukta kalkmak da eklenince yorgunluk iyice artmaktadır. (…) Gelenler iyice kalabalıklaşır… Hiçbirinde tedirginlik yoktur, kızlı erkekli gruplar halinde sohbet ederlerken, ‘Çoğunun bizden haberi bile yok’ diye düşünür Selo. ‘Umarım bu arkadaşlar ileride iyi birer öğretmen olurlar ve düşünen, sorgulayan, boyun eğmeyen, cıvıl cıvıl, yaşam dolu öğrenciler, gençler yetiştirirler… Bunda bizim katkımızın olması her şeye değer…’ Bunları düşünürken mahmurluktan kurtulduğunu ve yüzünün güldüğünü hisseder. Tanıdıklara selam verip ‘Günaydın’ demeye başlar, Hüseyin ve diğer grup da gelmiştir; gençler otobüse biner ve uzaklaşırlar. Ortalık sakinleşmiştir… Bir sabah daha görevlerini yapmanın rahatlığıyla derneğe doğru yürürler. Kendileri de gençtir; geleceklerini düşünmeden, kendileri gibi genç insanların yarınları için yaşamlarını hiçe sayan, başka gençler için endişe duyan gençlerdirler aslında. Marştaki gibidirler; dil farkı bilmeyen, din farkı bilmeyen, sanki bir anadan doğmuş olan insanlardır.”
Devrim bir atmosfer olayıdır… Dünyayı yorumlamak ve değiştirmek hevesiyle yanıp tutuşan bir devrimci o zaman diliminde oluşmuş atmosferin çocuğudur ama atmosferi yeniden üreten asi çocuktur. Kitabın olay örgüsü içinde, huyları kadar huysuzluklarıyla, ciddiyetleri kadar şakala-rıyla, korkuları kadar korkusuzluklarıyla, “acımasızlıkları” kadar “hümanizmleriyle” yer alan onlarca devrimci, tarihte ve coğrafyada “kül yutmayan,” “diklenen,” “yaşlarından başka kaybedecek şeyi olmayan” asi ve aksi çocuklardır. Bu kitabın odağında, en öfkeli, en yaralı anlarında bile meşru savunma çizgisi gereği siyasi etiği, direniş estetiğini terk etmeyen, böylece karşı çıktıkları şeylere benzemeyen devrimcilerin hikâyesinin yer alması önemli. Bu kitap, “hatırlamadan” ve “hatırlatmadan” ibaret değil. Öyle olsaydı da bir “hatıra nakli” olarak yine öpüp başımıza koyardık. Ne var ki yazar, aradan yaklaşık kırk yıl geçtikten sonra bizi, hatırlamanın ya da unutmamanın “pasif” alanından çıkarıp, olayları “aktif” olarak yeniden yaşamamızı sağlıyor. Bu nedenle de, kulağımıza usulca “Tarihe bak anlarsın!” diye fısıldıyor ama “edebiyat yapmıyor!” tersine yalın ve doğal bir dille hayatın içindeki o günkü çıplak ve nesnel gerçeği olduğu gibi “şak” diye yüzümüze vurarak okuru sersemletiyor.