Orta Parmak İltihabı
Herkes anlaşılmak istedi. Çok söz söyleyip yalana başvuran da; nispeten sözü az olup yılana sarılan da; söyleyecek sözü olmayan, susmak zorunda kalan veya içine atıp kendi kendini yiyen de… Yalan, yılan, yolan! Baş yolan, saç yolan…
Anlatabilir olmak, anlaşılabilir olmak… Girift bir hikâye kendini en sade şekilde; kendi kavramlarını, tanımlamalarını, tamlamalarını ortaya koyarak anlatabilirdi. Bu yeni bir buluş değildi, o sebeple icat ettiklerine kendi ismini koymadı. Biraz uzak kelimeden kırptı, biraz diğerinden ekleme yaptı ve farklı söylemler ortaya koydu. Tamlanan, tamlayan; eşeleyen, eşelenen; çoğul, tekil…
Halk bazen tekildi; tekil olan söyleyemezdi, tekil olan susar ve yaşam mücadelesi verirdi. Mücadele ederken konuşmak, zafiyet getirirdi. Eşit şartlarda yaşam mücadelesi için genele uyardı. Tekil olan eşelenir ve genelin içinde erirdi. Tek kişilik mantıklı halkın da katılımıyla eksik parça tamlanır, tamamlanır ve tamlayanın huzuruna sayı tam olarak teslim edilirdi.
“Sürtünen çatapatın bittiğini fark edemeyen çocuk, parmağını duvara yedirdi.” Cümleyi öğelerine ayırmak yersizdi, kelimeyi cümlesine tamamlamak gerekti. Sürtünen popülizm yüzünden tüfeğini domuza kaptıran, bağını ve çatapatını yediren insanlar, elindekinin bittiğini ve domuzun gittiğini zannetti… Yanındayken asla fark etmediği orijinallik durumu olan farklılığını yedirdi. Çocukluk hayalleri matlaştı ve canlılığını yitirdi. Bunca yitirişlere rağmen tarla sahibi domuz gitmedi; teknolojiye uydu, şehrin merkezine kadar geldi. Kovalamasının amacı tetiğe basan parmak olsaydı onu alırdı, amaç o değildi. Daha büyüğüne oynadı!
Olan kelimeler yaşanılanı anlatmakta yetersizdi. Kelime dağarcığından seçilen farklı kelimeler birbirine yamandı, bindirildi. Bu sebeple anlamının metin içerisine serpiştirildiği, değişik söylemle karşılaşılması da oldukça muhtemeldi: remiks…
Kenarlarında su olukları olmayan, kanatları altına aldıklarının tepesini ve omuzlarını ıslatan, ıslattığı omuzlara çokça yük yükleyen bu çatının ta kendisiydi. Genel itibarıyla müzik terminolojisinde kullanılsa da anlam olarak “bindirme” sözcüğüyle açıklandığında daha farklı anlamlara yelken açabilmekteydi. Yelkeni açabilmesi için de su koyuvermesi ve kendine yüzecek alan açması zoraki bir mümkünlüktü! Bu yelkeni üfleyen ise kurgulayan ve kurguyu yazıya döken kişinin hayal dünyasının ulaşabildiği esintiydi: tahammül, tahayyül…
Tahayyül etme: canlandırma, hayal etme… Sözün, şiirin, hayatın remiksi; yaşayamadıklarının hayali, farz etmesi, bozulup kendine uyarlaması. Tahammüle yolladıklarının tahayyül olarak canlanması: tahayyül ve remiks. Yani bindirme!
Bindirme, yani orijinal olanın, alışılmışın dışına çıkılması ve farklı açıdan ele alınmasıydı! Esintinin tersten esmesi, kuşların insan beyniyle yemlenmesi, parmakların minik eller doğurması, adamların diz kapaklarıyla konuşması, ayakta mantar hasadı… Yaşanılan her şey pusu kurmuş hayata karşı avlanmamak adına hazır kıta bekleyen bir yaşam erinin, yeni bir kompozisyon oluşturma çabasıydı!
İnsan yaşamı, bazen isteyerek bazen de istenilerek yani başkaları tarafından zorlanarak bu yeni kompozisyonla karşı karşıya kalabilmekteydi. Hayat, olmadık zamanda bir diskoya; dünya, bir disko topuna dönebiliyordu. Deprem olmadan da bu disko topu sallanabiliyordu. İnsan, kafasını sallayıp sallanan hayatın gerçekleriyle uyumlu hale gelebiliyordu. İstediği yaşamın üstüne, istemediği ya da başkalarının istediği bir yaşamı sırf başkaları istediği için bindirebiliyordu. Çeşitli seslerin karışımını yani birçok insan çığırtkanlığını kendi içinde yoğurarak, özel efekt, enerji ve tempo karıştırarak istenilen düzeye uygun hâle getirebiliyordu…
Bitmeyen tempo! Ve bu tempodan doğan tebessüm yitirmeleri, diş aralarına kaçan ve fırçalanmayla gitmeyen şeytan tüyü, insan beyninden salgılanan foklar, ayak mantarları, enkaz altında kalan insanlar, insan altından “kalkmayı” bekleyen enkazlar…
“Kaldırmak” fiilinin envai çeşidi bu hikâyenin içinde geçse de aslında asıl anlatılmak istenen tamamen popülizme karşı “kaldırmak” olarak açıklanmaktaydı. Bu bindirilmiş hikâye, popülizme başkaldırı değil, bir parmakkaldırıydı(!) Yani öğrencinin soru karşısında kaldırıp, “Biliyorum,” demesi, oylama karşısında, “Ben de vardım ve onaylıyorum,” demesi, hatta müzayede sırasında kaldırıp, “Arttırıyorum,” demesi gibi.
“Popülizm” kelimesini Andre Heywood, “kitlelerin içgüdülerinin siyasal davranışım yegâne meşru rehberi olduğu inancı veya popüler içgüdülere, gücenmelere ve beklentilere müracaat eden bir hareket” olarak tanımlar. Gücenme ve beklenti… Gücenen tekildi, beklenti içinde olan çoğuldu!
Kelimenin kökeni Latince’de halkçılık olduğu için hikâye halkın en yoğun olduğu iş saatlerinde bir otobüsün içinde gerçekleşmekteydi. Gücenme, beklenti, içgüdü, hareket… Hepsi mevcuttu. Popülizm bir gerilim ortamını temsil edebilmekteydi ve bu gerilim ortamı otobüs ulusunun arasında epeyce bulunmaktaydı. Siyasi argümanları kendi lehine çevirip onları kullanan da vardı, kullanılmasına izin verip sığınacak limanı gören de… Hazır çatı akıyorken!
Kendi hedef kitlesini güçlendirmek için ağdalı konuşan ve ivmesi sürekli artan, halktan çıkıp halkça ve hakça davranmayan birinin varlığı mümkünken, bu söylemlere çaresizce uyan ve istenileni yapan birinin varlığı da mümkündü. Popülist söylemler kullanarak, etrafındakilerin duygusal kırılmalarını kullanıp başarıya ulaşmayı amaçlayanın olduğu gibi, kırılırsa kalkamayacağını düşünen ve hep kalkık vaziyette bulunan da illa ki vardı.
Popülizmin diğer özellikleri de diğer karakterlere yayılmıştı. Kahvaltılık çikolatanın ekmek üstüne sürülmesi gibi bu kavram, otobüs içine sürülmüştü ya da başka bir tabirle yedirilmişti. Bunu istemese de yiyen bir kişiydi. Tekildi! Ve bindirilmiş yaşam gereği, çikolatayı üstüne kabul edeceği için sıcak olmak zorundaydı! Halkı temsil eden çoğunluk içinde tek olan; mücadele edemeyen, etrafı sarılan bu bir kişi, popülizme bir telefon kadar yakındı ve o sebeple eline popülizm bulaştı.
Hikâyenin çıkış noktası olarak, Latinlerin, “otitis media” olarak adlandırdıkları yani “orta kulak iltihabı” denilen, sık görülen bir hastalıktan başlanması, yanılmayı beraberinde getirirdi. Remiksli yaşam ile bu hastalığın benzer tarafları olsa da ayrımları çok daha fazlaydı. Kulaktan rahatsızlığı hissetme, kulakları çekiştirme, ateşlenme, huzursuzluk… Ama tüm bunların ve daha fazlasının bindirilmiş, farklı kompozisyona sokulmuş halleri… “Sık görülen” tabiri yerini nadir görülmeye hatta teke bırakmıştı, kulak kısmı ise parmağa indirgenmişti. Orta kulak iltihabı aslında çıkış noktasından ziyade bir varış noktasıydı.
İnsan foku, domuz bugu, gıdımiyet kanunu, üçüncü boğum doğumu, baş boğum isyanı gibi durumlardan sonra iltihaplanma sürecine varıştı… Kulak, elde bir volkanik yanardağdı ve erimiş kızıl kayaçlar yani lavlar elin tepesinden fırladı. Gelin, kırmızı çiçeği gönülsüz attı! “Ülkemizde aktif yanardağ yok!” diyenlere popülistler var olduğunu da uygulamalı olarak gösterdi!