Şarkısı Biten Şehir
Evlerimizi terk ettik. Artık betonarme konutlarda kameraların hâkimiyetinde hepimiz birer cezalı gibi yaşıyoruz. Aynı apartmanda seneler geçiriyoruz fakat komşumuzun kim olduğunu bilmiyoruz. İyi günde kötü günde kapıların çalındığı, hâlin hatırın sorulduğu, gönül sofralarının kurulduğu ve muhabbetin tüttüğü iklimler çok eskilerde kaldı. Kaybolan bu asil ve şerefli hayatımız artık romanlara ve romantik dizilere konu oluyor.
Çocuklarımızı sokağa göndermeye korkuyoruz çünkü oyun alanları birer birer otoparka dönüştü. Dört tekerlekli ölüm araçları arasında yitip giden çocuk oyunları, modern şiire bunalım dizeleri üretiyor. Pedagoji, psikoloji ve psikiyatri; çocukların huzurlu evlerde ve güvenli sokaklarda gösterdiği gelişimi hatırlamak istemiyor.
Yaşam vızır vızır akıyor ve hayatlarımız her geçen gün kâbusa dönüşüyor. Uyanamıyoruz. İşe geç gitmenin bile bahanesi kalmadı. Canımız sıkıldı, türlü buhranlar ve sağlık sorunları peyda oldu, yaratılış gayemizden uzaklaştık, hayatın anlamını lüks konutlarda ve yüksek performanslı araçlarda arar olduk. Artık hafta sonu gezmelerine motosikletle, teravihe ciple gidiyoruz. Diğer taraftan “Müslümanca yaşamak” üzerine söylevler dinliyoruz, köşe yazıları okuyoruz. Hiçbirimiz bu “kendi kendini kandırma” hâlinden utanmıyoruz.
Elinizdeki kitap Türkiye’nin son yıllarda geçirdiği ve hâlâ geçirmekte olduğu kentleşme süreci boyunca yaşananlara nostaljiden uzak bir pencereden bakıyor. Bazen geçmişin, “eskilerin” izini sürüyor. Bazense şehir üzerine yayımlanmış kitaplara dikkat çekiyor. Bunlarla yetinmeyip şehri dert edinmiş isimlerle söyleşiyor, rüya göremeyen insanın vaziyetini anlatıyor. İddiası yok fakat yükü çok ağır.
Çünkü şehir bir şahsiyet meselesidir.