Sorokin’in Toplum Felsefesi
Toplum felsefesi ve toplumsal gerçekliğin bilgisine ulaşma problemi akademik hayatımda ilgimin odak noktası oldu. Lisans eğitimimi aldığım Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü çok bilinçli bir seçim değildi benim için. Felsefeyle orada tanıştım ve ön yargılarımın bu süreçte yavaş yavaş eridiğini hissettim. İnsanın hayatında yaşadıkları, inandıkları, dünyaya bakışı ve yeni öğrendiği bilgiler çok etkili oluyor. Benim de felsefe ve sosyoloji arasında odaklanmama bu süreç etkili oldu. Bazı karşılaştığım problemler peşimi bırakmadı. Âdeta takılıp kaldım. Gençlik döneminde içine düştüğümüz siyasal çatışma atmosferi düşünce dünyamızda birtakım problemler doğurdu. Büyük oranda onların peşinde sürüklendik. O dönemde toplum ve özelde gençlik iki kutup hâline gelmişti. Felsefe solun bir silahı gibiydi. Sağcılık bir anlamda muhafazakârlık şeklinde öne çıkıyor ve düşünce dünyasını dinî referanslarla şekillendiriyordu. Buna göre de felsefe insanı yoldan çıkarabilecek şeytanca bir uğraş şeklinde yorumlanıyordu. O zaman düşmanın silahı ile silahlanıp onu yenmenin yolunu bulmak lazımdı. Ben de onu yapmak istedim.
1980 yılı öncesi ve sonrasıyla bizim neslin hayatında bir dönüm noktası oldu. Devrimciler işçi sınıfını temele alan bir dünya görüşü benimsediler. Bu dünya görüşü zaten, Batı kapitalizmi karşısında Karl Marks tarafından ideoloji hâline getirilen sosyalizm ve uygulama örneği komünizm idi. Bunun karşısında Batı dünyasında liberal sistem ve bizde milliyetçilik ön plana çıktı. Millet gerçekliği aslında Batı modernleşmesiyle birlikte siyasal meşruiyetin temeline çoktan girmişti. Milliyetçilik hareketleriyle Batı güçlenmiş ve modern bir siyasal sistem kurmuştu. Fakat bizde bu çok yoğun bir tartışmaya sebep oldu. Tanzimat ve meşrutiyet dönemlerinde siyasiler ve aydınlar bir türlü “millet nedir” sorusuna geçerli bir cevap bulamadılar. Üç tarz-ı siyaset olarak adlandırılan Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük öyle ortaya çıktı. Gökalp buna cevap bulma yolunun Batı’da yeni ortaya çıkan sosyolojiden geçtiğini gördü. Sosyoloji bir bilim olarak toplumsal gerçekliğin aydınlatılması, açıklanması ve yasalarının ortaya çıkarılması peşindeydi. Gökalp’in etkisinde kalan milliyetçiler de bu arayışın peşine takıldılar. Milleti bilimsel olarak tanımlamak ve bu varlığın gücünden faydalanmak istediler. Sosyalist hareketlere de bu gerçeklik üzerinden karşı durmaya çalıştılar.
Dünyada, farklılaşmayı ortadan kaldıracak bir enternasyonalizm mi egemen olmaktadır yoksa farklı sosyal birimler olarak milletler-kültürler bir gerçeklik alanı olarak hayatlarını sürdürmekte midir? Milliyetçiliğin meşruiyetini ve gerekliliğini savunabilmek için bu sorulara çok sağlam cevaplar üretmek gerekliydi. Bunu yapabilecek en güçlü araç ise tabii ki sosyolojiydi. Felsefe eğitiminden sonra sosyolojinin felsefeden de faydalanarak pek çok sorumuza cevap bulabilecek bir bilim olduğunu fark etmem çalışmalarımın yönünü belirledi. Gökalp sonrasında birçok bilim insanı bu konular üzerinde düşünce üretti, bilimsel çalışma yaptı. Hilmi Ziya Ülken bunlardan birisiydi. Bu sebepten sosyoloji bölümünde yüksek lisans yaparken tez konumu “Ülken’in Millet Anlayışı” olarak seçmiştim. İkinci yüksek lisans eğitimimi tekrar felsefe alanında sürdürdüm ve tez olarak “Sorokin’in Toplum Felsefesi” konusunu çalıştım. Bunlar içinde bulunduğum sosyal ortamdan kaynaklanan ve zihnimi kurcalayan konulardı. Elinizdeki kitap bu sürecin sonunda ortaya çıkan bir arayışın ürünüdür.
Dünyaya evrenselci ve ilerlemeci bir hümanizm mi egemendir, yoksa dünyada birbirinden farklı kültürler, milletler veya medeniyetler mi vardır? Toplumsal hayatımızda yaşadığımız değişmeler bütün toplumları kapsayan bir ilerleme midir, yoksa farklı toplumlarda inişli çıkışlı farklı değişimler mi görünmektedir? Sosyolojinin ortaya çıktığı günden itibaren üretilen büyük teoriler genellikle bu sorunu görmezden gelmişlerdir. Biraz da bunda çağın ruhu diyebileceğimiz egemen bir zihniyet yapısı etkilidir. Fakat bu dönemin moda anlayışının gerçeklerle pek örtüşmediği dünyada yaşanan çatışmalar ve olumsuzluklarla çabuk ortaya çıkmıştır. Sorokin’nin Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri kitabı bu durumu çok güzel özetler. O zaman bu anlayış farklılığını ortaya koymak bizim için bir görev hâline geldi. Çünkü bizim arayışımız da zaten millet ve kültür farklılığının bilimsel olarak nasıl temellendirileceği üzerine idi. Bir anlamda zihnimizdeki problemin çözümüne katkı sağlayabilecek bir cevher bulmuş gibi olduk. Bu cevher Küreselleşme ve Milliyetçilik çalışmamız için de çok sağlam bir temel oluşturdu.
Sorokin, sosyoloji tarihinde kendine özgü bir yere sahiptir. Sosyoloji adı altında üretilen bilgileri, felsefi eleştiri süzgecinden geçirir. O dönemde sosyoloji teorisi olarak ortaya konan bütün bilgileri bu yöntemle gözden geçirmiş ve Çağdaş Sosyoloji Teorileri kitabını yazmıştır. Kitabımızın bu baskısına Sorokin’in hayatı ve Çağdaş Sosyoloji Teorileri kitabı üzerine yaptığımız çalışmayı da eklemeyi uygun gördük. Her iki çalışma da Sorokin’i anlamak bakımından önemli ipuçları vermektedir. Önemli olan Sorokin’in sosyolojik yaklaşımını ve toplum teorisini etraflı bir şekilde anlamaktır. Bu eser Sorokin’in görüşleri hakkında ipuçları veren bir kılavuz niteliğindedir. Sorokin’i daha doğru anlayabilmenin yolu kendi eserlerine doğrudan müracaat etmekten geçer. Bizim yaptığımız toplum felsefesi bağlamında bir Sorokin okumasıdır. Anladığımız kadarı bu sayfalara yansıyandır. Eksikleri olduğunu kabul ederek okunması, yeni arayışlara yol açacak ve doğru bilgiye ulaşmada bir basamak teşkil edecektir. Felsefi eleştiri bilim için de elzem bir yöntemdir ve özellikle genç araştırmacılara hararetle tavsiye edilir. Gençliğini kaybetmişlerin yaşı ne olursa olsun ezberlerini bozmak zaten mümkün değildir. Bilgi, bilim, hakikat arama heyecanını canlı tutanlar her zaman insanlığa olumlu katkı sağlayanlardı.